KURTBOĞAN İLE ALİ YÜZBAŞI
"Bismillahirrahmanirrahim" diye yavaşça mırıldandı, yanındaki yaşlı yolcu. Yavaşça doğrulmaya başladı. Ve ekledi: "Geldik oğul." Yolcular oturdukları yerden usul usul kalkıyorlardı.
Otobüs perona girdiğinde iyice yaşlı birkaç yolcunun dışında tüm otobüstekiler ayaklanmış; paketlerini, el çantalarını ellerine almışlardı.
Hemen önündeki sıradan iki genç, onların önünden kasketlerini kulaklarına kadar indirmiş güneş yanığı yüzleri ile iki köylü, beyaz posbıyıklı, sakallı bir koca...
"Ne kadar da bizim Hasan Amcaya benziyor." diye düşündü Ali Yüzbaşı. Severdi Hasan Amcayı. Tahtacı idi. Asker ocağına girmesinde çok büyük rolü olmuştu. "Oğul, her Türk'ün fıtratında askerlik vardır ve dahi peygamber ocağıdır. İmkanın varsa sende gir." demişti.
Girdiği o yolda senelerdir yürümüştü. Harb Okulu, kıtaya çıkış. Teğmenlik, üsteğmenlik, yüzbaşılık. Komando okulu, Kıbrıs.......... Ve bu yolun sonunda kader kendisini bu soğuk sonbahar sabahında Amasya'ya kadar getirmişti.
Önkapıdan çıktığında soğuk bir hava yüzüne çarptı. Titredi. "Olacak o kadar" diye düşündü. 1975 yılının Kasım ayının sonlarıydı. Amasya'nın dağların arasında kaldığını ve içinden geçen Yeşilırmak nedeniyle, havasının nispeten daha ılıman olduğundan bahsederlerdi, Carcurum-Eryatağı'nda çalışmış arkadaşları.
Hızla otogar binasına girdi. Niyeti ilk karşılaştığı kişiye sormaktı. Aksilik, uyuklayan bir iki kişi ve gelen yolculardan başka ortalıkta pek kimseyi göremedi. Yavaşça banklara doğru yürüdü. Oturma bankları salonda birine paralel yerleştirilmişti. Yaşlı bir adam, gözleri yarı kapalı, başında kahve rengi takkesi, sırtında kalın eski bir palto, yaslandığı bastonu ve yılların, güneş yanığı yüzüne, hediyesi kırışıklıkları ile yapayalnız oturuyordu.
"Günaydın Amca" dedi. "Aleykümselam" diye mırıldandı yaşlı adam.
"Amca " dedi. "Kurtboğan'ı arıyorum. Tanır mısın?"
"Nerden tanırsın Kurtboğanı? Ne yapacaksın?" diye sordu. Yaşlı adam.
"Arkadaşımdır. Görmeye geldim." diye cevapladı. "Kendisi, Amasya'da kime sorsan gösterir, demişti de."
"Asker misin?" diye mırıldandı, yaşlı adam. Sesi ancak duyuluyordu.
Sivil giyinmişti. Üzerinde asker olduğunu gösterir hiçbir işaret yoktu. Şaşırdı.
"Evet" dedi. "Nerden bildin?"
"Nerden bileyim hey oğul sadece tahmin." dedi yaşlı adam. "Son günlerde onu arayanlar çoğaldı da senin gibi. Son aylarda buraya gelen yabancıların çoğu Kurtboğan'ı, Hamdullah'ı, Sadi'yi, Keçeci'yi, Gülaziz'i arıyorlar. Tahminim ordan herhal." Bir iki soluk alımı durakladıktan sonra ekledi.
"Uzun yoldan gelmişe benzersin. Allah bilir geceyi yolda geçirdin?"
"Evet. Antalya'dan yeni geldim."
"Yolun uzunmuş.......... amma..... Daha gidecek epeyce de yolun var." dedi yaşlı adam. "Hele otur, biraz soluklan. Ben de şurda sabah namazını kılayım. Sonra seni götürürüm. Zaten yolum da Kurtboğan'la." diye ekledi.
Misafir, "Garip bir adam." diye düşündü.
Yavaşça kalktı, garip adam. Mescit yazan tabelanın altındaki kapıya doğru yürüdü. Ali Yüzbaşı çok dikkat etmesine rağmen ayak seslerini duyamadığını fark etti. "Herhalde lastik tabanlı ayakkabı veya mes giyiyor." diye düşündü. Dikkatle bakmasına rağmen geniş pantolonun altında ayakkabıları göremedi.
.............................................................
On dakika sonra, otogarın kapısından çıkmış hafif bir rüzgar altında şehir merkezine doğru yürüyorlardı. "Adın ne? Diye sordu. Yaşlı adam. "Ali" dedi misafir. "Ali Yüzbaşı. Ya senin?"
"Abdulgani" dedi. "Ama neredeyse ben bile unuttum. Genellikle beni Gani Baba diye bilirler."
"Burda mı oturursun?"
"Hayır oğul."
"Amasya'lı değil misin?"
"Epey zaman olmuştur, Amasya'ya geleli. Yerim Suluca'da Tersakan'ın kenarındadır."
"Amca bu soğukta, bu saatte ne işin vardı Amasya'da?" diye sordu Ali Yüzbaşı.
"Her kişinin, her zaman, her yerde yapacak bir işi vardır." diye cevapladı Gani Baba.
Uzunca bir süre konuşmadan yürüdüler. Misafir düşünüyordu: "Amma garip bir adam. Bu yaşta ve bu saatte, işini yaptırabileceği bir yakını yok mu acep?"..... Yaşlı adam mırıldanmayla karışık cevap verdi. Anlamamıştı. Ama sanki "Kişi her zaman yalnızdır." der gibi geldi. Üsteleyemedi.
Azeriler Camisi, dörtyol, heykel hep bu şekilde geçildi. Sessiz soğuk ve düşünceli. Arastaya gelene kadar beş mi altı mı cami geçmişlerdi saymamıştı. Ama alışılmadık sayıda çok cami olduğu dikkatini çekti, yüzbaşının. Ve tamamı eski idi. Oldukça eski......
Birden Ankara'da günler boyu ezan sesini duymadığını farketti.
"Oğul!" dedi Gani Baba. "Alışkın olmayabilirsin, Amasya'nın soğuğuna. Gerçi, Askerler alışkın olur, soğuğa sıcağa. Ama bizim burası biraz farklıdır. Arastadaki çay ocağı açılmıştır. Gel birer çay içelim. Hem ısınırız. Hem de vakit geçirmiş oluruz. Henüz çok erken."
"Peki amca...... Ama bir şartla....... Ben ısmarlayacağım."
"Oğul töreyi bilmez misin? Sen misafirsin."
Misafir, sessizce, suçluluk duygusu içinde başını önüne eğdi.
Ev sahibi sağa dönüp arastaya girdi. Sağdan ilk dükkandan içeri girerken seslendi. "Oğul bize acele iki çay yap. Üşüdük. Misafirimiz var." Alçak taburelere oturmuş saçları ve sakalları kırlaşmış üç dört kişi ayağa kalkıp "Hoş geldiniz" diyerek karşıladılar.
............
Çayların gelmesi....... Şekerin atılması.... Karıştırılması...... İlk yudum...... Bir daha........ Bir daha....... Ali yüzbaşı dalgın, düşünceli.
"Hayırdır oğul daldın? Uykusuzluktan mı? Yoksa bilmeden seni üzdük mü?"
"Estağfurullah beyamca." diyebildi Ali Yüzbaşı. Nasıl anlatabilirdi ki töre ve misafir kelimelerinin beyninde ve gönlünde fırtınalar kopardığını. Taaa, beş, bilemedin altı yaşında iken, dedesinin, dizine oturtup, "Töre ve misafir kutsaldır." diyerek anlattıklarını.
"Eyi. Eyi o zaman. Misafir kutsaldır. Bizde misafirimizi üzdük mü yoksa diye kaygılanmıştık." diye açıkladı yaşlı adam. Ve ekledi: "Kurtboğanı nerden tanırsın?"
"Uzun hikaye be amca." diye cevapladı. Üstlerine yazdığı raporun dışında anılarını anlatmaktan hiç hoşlanmazdı. Hiç anlatmamıştı başından geçenleri.
"Olsun be evlat." dedi Gani Baba. "Paylaşmak büyüklüktür. Bildiğini kendine saklamak sa eksiklik."..... "Hem, bizim epey vaktimiz var daha diye ekledi.
Ali Yüzbaşının Anlatısı:
Gani idi adın değil mi amca? Gani Baba derlerdi sana? Öyle değil mi? Müsaade edersen ben de sana Gani Baba diyebilir miyim?........ Sağol.
Ben, geçen temmuza kadar Bolu komando birliğinde idim, Gani Baba. Bilirsin komandolar, muharip sınıfların en önünde gelir ve dahi askerliğin gerçek şeklidir. Askerlerimizi çıplak elle vatan için, bayrak için öldürmeye; düşünmeden ölmeye eğitiriz. Eski akıncılar gibi... Senelerdir bunu yaparız. Ben de bölüğüme bu eğitimi vermeye çalıştım. Yaptım da............. Elimden kaç genç geçti sayısını bilmiyorum. Kaç tane genç çocuk olarak gelip erkek olarak teskere aldı. Onu da bilmiyorum. Hepsi ayrı özelliklerdedir. Kimsi doğuştan asker ruhludur. 3 günde asker olur. Kimisi bencildir. Kimisi şehirden gelmiştir. Bağdaş kurmayı bilmez. Kimisi silahı eline aldığında iki mermi attığında nişancı olur. Kimisi aylar geçer G3'ü sopa gibi tutar. Amma eğitim hepsini ayni hizaya getirir.
Uzun etmeyeyim o ay bölükte yine değişik vatan evlatları bulunmaktaydı. Hepsi yetişmiş askerler. Buna rağmen de eğitim kesiksiz ve son hızıyla devam etmekte.
Derken görev emri geldi. "Mersin üzerinden Kıbrıs'a." İlk çıkan birliklerin arasında idik. Çocuklarımdan üçte birini kumsalda bıraktım. Şehit düştüler. Peşinden Beşparmak'ta görev aldık. Zaten Kurtboğan'ı da orda gördüm. İkinci gündü. Mevzilenmiş Rum-Yunan askerlerine karşı savaşıyoruz. Zordu. Görünmeyen düşmana karşı açıktan saldırmak durumundaydık. İnan Baba, o çocuklarımızın gözlerini kırpmadan nasıl atıldıklarını görmeni çok isterdim... Neyse lafı uzatmayayım; Epey şehit te orda verdik. Bu arada ben de bacağımdan yaralandım. Kurşun aha bu sağ bacağımdan girdi, arkadan çıktı. Yürüyemiyordum. Bir ara baktım çevremde kimse kalmamış. Yukarlardan habire ateş yiyorum. Değil dağı tutmak, kıpırdamam bile mümkün değil. Bir ara ağaçların arasından birinin seslendiğinin duydum "Dayan Yüzbaşım." Birkaç dakika sonra şiddetli bir patlama ile Rum makineli siperinin havaya uçtuğunu gördüm. Toz duman içindeyken sırım gibi bir çavuşun geldiğini gördüm. Derinleşmiş yüz çizgileri, iki üç günlük sakalı, elinde G3'ü. Hayatımı o kurtarmıştı. "Gazan mübarek olsun yüzbaşım." dedi. Elleriyle yaramı sardı. "Gitmem gerek; Yapacağım işler var." diyerek yanımdan ayrılırken aklıma geldi ve kim olduğunu sordum. "Amasya'lıyım. Adım Hamza, ama Kurtboğan diye bilirler." dedi. Kendisini tekrar nasıl görebileceğimi sordum; "Amasya'da kime sorsan gösterirler." diye cevapladı. Sessizce uzaklaştı. Bana o anda örnek bir asker gibi gelmişti.
Uzunca bir süre hastahanede kaldım. Kurşun kemiğe denk gelmiş. Kıbrıs'ta görev bitince; Kendisini bulmak ve teşekkür etmek için buralara kadar geldim.
..................
Çaydan sonra ırmak kenarına inmişlerdi. Her zaman yeşil akan; Adını renginden alan, ırmak boyunca yürüyorlardı. Saraçhane Camii, ekin pazarı, Beyazıt Camii konuşmalarına şahit olmuştu. Parkın içinde küçük bir camiin önünden geçerken, "Geldik" dedi Gani Baba. Camiin avlusuna dönüverdi. "Gel Can!" diye ünlendi.
Şaşırmıştı Ali Yüzbaşı. Sabah namazı geçeli epey olmuştu. "Kurtboğan'ın bu saatte camide ne işi olabilir?" diye düşündü. Ona rağmen çağrıya uydu.
Camiin kapısını yavaşça açarak içeri süzüldüler. Gani Baba mihmandardı. Sabahın er ışıklarının aydınlattığı son cemaat yerinde duvardaki levhalar ve yazılar dikkatini çekti. Okumak isteği duydu. Gani Baba içeri girdiğinden, sonraya bıraktı.
Camiin içinde dikkatini ilk çeken, küçük pencerelerin ışıkları daha da azalttığı dar sahanın tam ortasındaki türbe oldu. Üzerinde, Arapça yazıların bulunduğu yeşil örtü ile kaplı türbe.
"Kurtboğan Hazretleri burada yatmaktadır" diye açıkladı yaşlı adam.
Şaşırmış, ürkmüş Ali Yüzbaşı kekeledi: "Ama Gani Baba................. Bu türbe....... çok..... çook eski............... gibi....."
"Evet oğul" diye açıkladı Gani Baba." Beşyüz yılı aşmıştır."
Dizlerin bağının çözülmesi deyiminin ne manaya geldiğini o anda anladı, Ali Yüzbaşı. Ayakta duramayacaktı. Göçercesine çöktü. Sessizce ama boşalırcasına, ağlamaya başladı.
Gani Baba'nın elini omzunda hissettiğinde kımıldayamadı bile. "Ağlamaktan çekinme ey oğul! Erkekler ağlamaz diyenler mânâdan fakir olanlardır. Gönül gözünden gelen yaş, pası siler; Yiğide erdemdir."
Ne kadar zaman geçti farkında değildi. Mırıldandı: "Namaz kılmalıyım Baba........... Abdestim yok."
"Dışarda, sağ tarafta şadırvan var. Orda alabilirsin"
......................
Üç beş dakika geçmişti. "Benim gitmem gerek, oğul." dedi, Gani Baba. "Yapılacak işler var. Kal sağlıcakla." Sesi çok daha farklı geldi Ali Yüzbaşı'ya. Sanki bir başka dünyadan konuşuyordu.
"Sağol Baba." diye cevapladı. Ve ekledi: "Seni tekrar nerede görebilirim?"
"Amasya'da, Suluca'da, Merzifon'da kime sorsan gösterirler. Yolun düşerse beklerim" cevabını, farkına varılamayan süzülüş ve kapının açılıp kapanma sesi izledi.
Beynindeki uğultudan, gönlündeki boşalmadan dolayı önce fark edemedi. Dış kapının kapanma sesi ile birlikte aydı. "Kime sorsan gösterirler." Beşparmak'ta Kurtboğan'ın kendisine kullandığı ifadenin aynısıydı.
Yerinden fırlayıp Gani Baba'ya yetişmek istedi. Koşar adımlarla camiden çıktı. Dört tarafına bakındı. Camiin avlusunda uçuşan sararmış yapraklardan başka ne bir hareket görebildi; Ne de bir canlı. Sanki avlu birden boşalmıştı.
GANİ BABA
"Sayın Yolcularımız! Suluova'ya gelmiş bulunuyoruz. Burada yolcu almak için on dakika mola vereceğiz. İhtiyacı olanlar terminalden yararlanabilirler." anonsu, Ali Yüzbaşıyı daldığı alemden uyardı. Amasya'dan çıkalı henüz yirmi dakika olmuştu. Saat sekiz buçuğa geliyordu. Yavaşça yerinden doğrulup, otobüsten indi. İç cebinden samsun paketini çıkarıp bir sigara aldı. Paketi cebine koyup; çakmağını aramaya başladı. Tüm aramalarına rağmen çakmağını bulamıyordu. "Düşürdüm herhalde." diye düşündü. Kibrit alabileceği bir yer ararken, biraz ilerde bastonuna yaslanmış, bankta oturan yaşlı bir adam dikkatini çekti. Yetmişi aşkın yaşına, ağarmış saç ve sakalı, sağ eli paltosunun içinde, dua edercesine kıpırdayan dudakları ile sanki birilerini bekliyordu.
"Selamunaleykum. Amca ateşin var mı?" diye yaklaştı.
Yetmişlik yavaşça başını kaldırıp cevapladı: "Aleykümselam oğul." Elini hareket etmekten korkarcasına yavaşça sağ cebine sokup, eski bir muhtar çakmağını uzattı. "Benzini azalmıştı. Ama işini görür herhal." Ali Yüzbaşı çakmağı alıp, sigarasını yaktı ve uzattı: "Sağol amca."
"Sen de sağol" dedi yetmişlik ve ekledi "İnsanın ateşi kainata yetebilir amma sigara için yine de kibrit lazım, çakmak lazım."
Yolcu şaşırdı. "Ne demek istedin amca, hangi ateşten söz ediyorsun? Anlayamadım."
"Boş ver oğul. Bu, bizim Suluca'nın bir deyişidir. Ne anladıysan odur."
Yolcu yine şaşkın ifade ile sordu:" Amca Suluca burası mı?" Aklına Gani Baba'nın "Amasya'da, Suluca'da, Merzifon'da kime sorsan gösterirler." deyişi gelmişti.
"He, ya. Eskiden buranın adına Suluca derdik. Sonradan Suluova'ya çevirdiler. Ama biz hala Suluca deriz."
Ali Yüzbaşı, -alacağı cevaptan aşağı yukarı emin olmasına rağmen- kendini tutamayıp sordu. "Amca Gani Baba'yı tanır mısın?"
Yetmişlik bir anda doğruldu. Yaslandığı bastonu banka yasladı. Gözlerinin içine bakarak cevapladı. "Tabii oğul. Ne yapacaksın? Ne işin var ki Gani Baba'yla?"
"Amasya'da tanıştık. Buralarda oturduğunu söylemişti."
"Kendisi mi söyledi?"
Yaşlı adamın taaa gözlerinin içine baktığını; Hatta daha derinlere baktığını hissediyordu. Rahatsızlık duymadı.
Cevapladı : "Evet amca. Hatta davet de etti."
"Hımmm. Davet ettiyse gitmen gerek. Davete icabet sünnettir. Hele hele Gani Baba'nın davetiyse............"
"Yeri nerde amca?"
"Arabayla gidersen yirmi dakkada ulaşırsın."
Yolcu endişeyle saatine bakındı. "Amca otobüs kalkmak üzere."
"Oğul!" dedi yaşlı adam, "Önemli olan, biletinde yazan istikamet değil; Senin gideceğin yerdir."
"Sağol amca." dedi ve ekledi: "Adın neydi senin?"
"Adımı mı sordun evlat?" diye cevapladı yaşlı adam. Kısa bir süre duraksadıktan sonra devam etti: "Garip Hafız diye çağırırlar beni buralarda."
Sanki yapayalnızmışcasına, sanki konuşan o değilmişcesine, gözleri yarı kapalı, sağ eli yine paltosunun içinde öylece oturmaya devam etti.
Ali Yüzbaşı biran duraksadı; Sonra, -yaptığı işe kendi de şaşarak- yazıhaneye yöneldi.
Birkaç dakika sonra otobüs hareket ederken; koltuğu boş kalmış Ali Yüzbaşı, adını bilmediği şoföre el sallıyordu.
...........................
Otogardan çıktığında, ilk geçen taksiye işaret etti. Hemen önünde duran arabanın sağ ön kapısını açarak sordu: "Boş musun?"
"Buyur abi." Şoför ön koltuğu işaret ediyordu. Elindeki çantasını arka koltuğa bıraktıktan sonra ön koltuğa yerleşti.
"Gani Baba'ya gidecektim." dedi yavaşça.
"Biraz uzaktır. Hem zaman alır, hemde biraz tutar." diye cevapladı şoför. Yirmibeş yaşlarında, 2-3 günlük sakalı, üzerinde kabanı ile sırım gibi bir Anadolu delikanlısı idi.
Yusuf'un anlatısı:
Valla abicim, bazı şeyleri anlamak mümkün değil. O soğuk kasım günü duraktan çıkmış eve gidiyordum. Esasında hiçbir işim de yoktu. Ama sıkıldığımdan "Şöyle bir dolaşayım." dedim. Garajın önünde biri el kaldırdı, durdum. Elinde büyükçe bir el çantası vardı. Belli ki yabancı idi. Gideceği yeri söylemeden bindi. Üzerinde kalın bir palto, yüzünde çok olay yaşamışlarda olabilecek çizgiler vardı. Hafiften aksıyordu. Ha birde ayaklarında asker postalı vardı. Belli ki askerdi. Kıbrısçılardandı. Son aylarda çok görür olmuştuk.
Çantayı arka koltuğa bıraktıktan sonra ön koltuğa oturdu. Gani Baba'ya gideceğini söyledi. Nerden baksan, on beş- yirmi kilometrelik köy yolu ve yirmi- yirmibeş dakika çeker. Söyledim. "Önemli değil." dedi.
Suluca'yı çıktığımızda hiç konuşmadan bir sıgara yaktı. Bana da tuttu. Öksürtüyor meret. Sıgarayı almadım ama hareketinden cesaret aldım. Sordum: "Bu havada, bu saatte Gani Baba'da ne işiniz vardı?"
Cevabı şaşırılmayacak gibi değildi. "Kendisi davet etti. Yolu da Garip Hafız mıydı neydi adı? İşte, yaşlı bir amca tarif etti."
Şaşırdım beyim. Hemi de çok şaşırdım. Garip Hafız'ı hadi anladım. Gümüşte oturan zaman zaman buralara gelen, hatta Amasya'ya uzanan bir kişi. Bazıları gönül adamı olduğunu söylerler. Ama bu saatte garajda ne işi olabilir ki? Hadi o da bir şey değil. Adamı Gani Baba davet etmiş. Olacak şey değil........ Bizim yolcunun kafadan derdi var herhalde...... Savaşın etkisi, diye düşündüm............................
Feriz'i geçtik. Guluköy'ü geçtik. Deveci uzaktan göründü. Bizim yolcuda çıt yok. Hareketsiz oturmakta. Sanki heykel. Boş gözlerle sabit bakmakta. Sıgarayı tutan elin hareketleri de olmasa cansız olduğuna yemin edebilirdim. Hemen yanı başımda ama sanki başka bir dünyada.
Tersakan'ı geçerken bu dünyaya geri döndü: "Bu ırmağın adı ne?" ve ekledi: "Hep böyle gür mü akar?"
Nihayet konuşma fırsatı doğmuştu. Bizim ocaktaki hoca, seminerlerinde hep söylerdi. "İnsanları anlamanın en iyi yolu konuşturmaktır" diye. Fırsatı kaçırmadım.
"Evet beyim. Bu Tersakan hep terstir ve deli dolu akar. Ladik ten doğar. Havza'yı, Suluca'yı, bu ovayı geçer. Yeşilırmağa dökülür. Tüm ırmaklar, dereler kuzeye, Karadeniz'e doğru akarken, bu bizim ters ırmak denizden kaçarcasına uzaklaşır. Onun için adına Tersakan demişler. Hımmmm....... Tabii sadece akışından değil tersliği. Her kışta sellerle coşar. Önüne geleni alır götürür. Ağaç demez, ev demez, taş demez, kaya demez, adam demez, türbe demez alır götürür. Her sene birkaç can alır. Yeşilırmağ'a döküldüğünde nispeten durgunlaşır. Ama orda da epey Amasyalının canını yakmıştır...... Türbe dedim de aklıma geldi."
Birden dikkatimi çekti. Adamı konuşturacaktım ben konuşur olmuştum. Bir an susmayı düşündüm....... İçimden söyleyene değil söyletene bak düşüncesi geçti, devam ettim.
"Bu Tersakan'ın hemen kenarında yatan bir evliyanın her sene türbesini basardı bu meret. Sanki mübarek herdem mezarından kalkmadan abdest alırcasına, türbesi ırmağın hemen kenarında idi. Aha bu içinden geçtiğimiz Guluköy'lüler de her baskında gider temizlerlerdi. Yine bir kış günü sel geldiğinde köyün yaşlıları türbeyi kurtarmak ve temizlemek için gençleri haydalamışlar. Beş-on kişilik bir grup gitmişler türbeye ki her taraf çamur içinde. İçlerinden aksi birine -on sekiz yirmi yaşlarında Kel Mehmet adında birine- zor gelmiş kış günü çalışmak. Buz gibi havada ıslanarak türbe temizlemek. Başlanmış söylenmeye. "Behey Baba. Bula bula Tersakanın kenarını mı buldun. Her sene bize eziyet etmektesin, türbeni temizletmek için. Kerametin nerde senin?". O hırsla dönmüş arkadaşlarına seslenmiş: "Arkadaşlar! Biz niye bu sıkıntıyı çekiyoruz ki? Hadi gidelim. Kendini Kurtaramayan evliyayı sel götürsün."
Ve cahil gençler Kel Mehmet'in aklına uyup, temizlemeden gitmişler.
Ertesi sabah köyün ak saçlılarından biri hepsini çağırmış ve sormuş: "Dün türbede ne oldu?"
"Ehhmmmm... Kem.... Küm....." den sonra zorunlu açıklamalar ve ceza açıklanmış: "Hemen gidip temizleyeceksiniz."
"Beyim bizim köylerin töresi sıkıdır. Köyün aksaçlı uluları ceza verdiyse itirazsız yapacaksın. İtiraz hakkın yoktur. En ufak bir gönül kırmanda, yaşına başına bakmadan ve dahi kendi atana bırakmadan ele bir alırla ki seni.......... Kılını bile kıpırdatamazsın. Kıpırdatırsan, anan baban yüzüne bakmaz."
Gitmiş bizimkiler türbeye. Temizleyecekler mecburen. Ama şaşırmışlar görünce. Türbe tertemizmiş ve aha bu deli Tersakan elli metre ötede akıyormuş."
.......................
Köy yolundan çıkmış tarlaların arasında gidiyorlardı. Ham topraktaki traktör izlerini takıp ediyorlardı. Uzaktan ben deyim kırk sen de elli söğütlük bir ağaç topluluğuna yönelmişlerdi. Yaklaşınca küçücük sırt sırta yaslanmış iki kulübe dikkatini çekti Ali Yüzbaşının. Merakla sordu: "Gani Baba burda mı yaşar?
"Geldik beyim, burası." diye cevapladı, Yusuf.
Araba ağaçların altında durdu. Misafir önde, Yusuf arkada giriş kapısına doğru yöneldiler. Dört beş sıra briketin yüksekliğinde on beş metrelik duvarın ortasında yaklaşık bir buçuk metre genişlikte bir kapıyı geçip iç avluya girdiler.
Yaşları belli olmayacak kadar eski, üç ulu söğüt ağacının gölgesinde, beşe beş metrelik iki küçük kulübeden soldakinin bacası tütmekte... Sağdakinin kapısının önünde ise, kolları dirseklerine kadar sıvalı, söğütlerden de yaşlı bir adam oturmakta.
"Selamünaleyküm" dedi Ali Yüzbaşı.
"Aleykümselam bey. " cevabı su şırıltısı berraklığındaydı. Adam doğrulup elini uzattı. Ve ekledi: "Buyur beyim. Gani Baba'ya hoş geldiniz."
Yavaşça kenara çekilip kapıyı açtı.
Yüzbaşı ayni anda kapının hemen yanındaki kitabeyi farketti. "Horasan erenlerinden, Pir-i Türkistan'ın talebesi Şeyh Abdulgani hazretleri burada meftundur."
Misafir, şaşırmamasına şaştı. Sanki bilmediği ama gönlünün derinliklerinde hep hissettiği bu duruma, hazırdı. Sessizce içeri kaydı. Ne kapının sesi, ne adımları duyulmuyordu. Loş ışıkların aydınlattığı mezarın önünde ellerini kaldırıp okumaya başladı.
...................
Belki onbeş, belki yirmi dakika sonra çıktığında, asırlar yaşamışcasına dolu; o kadar da yorgundu. Çevre duvarına kadar yürüdü. Duvardan dışarı baktığında, beş altı metrelik yükseklikten yerdeki çakıl taşlarını, ağaç köklerini görülüyordu. Dalgın; seyretmeye başladı. Bir taş atımı uzakta Tersakan tüm deliliği ve tersliği ile akmaya devam ediyordu.
Yaşlı adamın kendisini takıp ettiğini ancak kulağının hemen dibinde duyduğu sesten anlayabildi. "Beyim! Irmak eskiden buradan akıyordu. Baktığın yer ırmağın eski yatağıdır. Şimdi tehey orada akmakta. Yarın nereden akacağını kim bilir. İnsanoğlu da öyle değil mi?"
Ali yüzbaşı cevap vermedi. Sağ eli alnına biraz önce sürdüğü cöheri okşarken; önlü öğseği olmuş, bir ak güvercin kanadında güneşin doğduğu topraklara doğru uçuyordu.
SERCOBAN
"Andolsun" demişti, çoban Abdullah. " Andolsun; Yakaladığımda seni keseceğim." Kim bilir; belki de haklıydı. Şu kara keçinin haylaz ala oğlağı, her fırsatta kaçmaktaydı. Bu defa -yemişenlerin dibinde sıkıştırıp yakalayıncaya kadar- Ferhat dağından Yenice'ye kadar kaçmıştı.
Dağın taşın terlediği bu sıcak Amasya yazında, eskicinin oğlu Çoban Abdullah ala oğlağın peşinde saatler boyu koşmuştu. Her adımında kendi kendisine kızarak-söylenerek: "Ah Allahın adamı! Babanın sözünü dinlemeyip ağabeylerin gibi olmazsan; mecbursun şu deli oğlağın peşinden koşmaya."
Ağabeyleri, Safiyüddin Mahmut ve Kocacık okumayı seçmişlerdi.
......................
Ayakkabıcılık yapan babası üç oğlunun da eğitim görmesini istemişti. Gönül ehli bir kişi idi. İlk yılın sonunda en büyükleri olan Kocacık -adı nerdeyse unutulmuştu- ve Mahmut ilim yolunda devam ederken; Rahle önünde diz çöküp saatler boyu okumaktan sıkılan Abdullah, hocaların da ümitlerini kesmeleri üzerine, eğitim yolundan ayrılmıştı.
İnsanlardan uzak yaşamayı seçmesi ve içine kapalı yapısı nedeniyle çobanlğı uygun görmüştü, babası. Çobanlığa ilk çıktığı günde, "Git oğul" demişti. Rabbim her yarattığının kısmetini kendisi verirmiş. Senin ki, belki de bu yoldadır. Dilerim: Tanrım yolunu açık kısmetini bol eyler. Dilerim Hak Teala, dikenli budağa baktığında açılacak gülü görmeyi nasip eder."
Anlamamıştı Abdullah, babasının ne demek istediklerini...
...................
Bunalmıştı. Saçlarının dibinden çıkan terler şakağından, alnından ve boynundan aşağı süzülüp kuyruk sokumuna kadar akıyordu. Yakasız üstlüğü, şalvarı, kuşağı, çorapları sıkılsa su damlayacak kadar olmuştu.
"Cehennem ateşi dedikleri bundan neçe fazla ola ki?" diye düşündü. Uzaktan Beyazıt Camiinden okunan öğle ezanını duydu. Ala oğlak hala kaçmaktaydı. Kaybetme korkusu ile namazı sonraya bıraktı.
Taa ki..... Ala oğlağı yemişenlerin dibinde - terden sırılsıklam, yorgun ve bunalmış halde yakalayana kadar. Belinden kuşağını çözüp oğlağın 3 bacağını bağlayana kadar..... Taa ki..... bıçağı sıyırıp ala oğlağın boynuna el atana kadar. Taa ki: Ala oğlağın kapkara gözlerine......... bakana kadar.....
.......................
Simsiyahtı oğlağın gözleri. Güzel miydi? Evet, ama Akdağ'da yakaladığı ceylan yavrusunun kiler kadar değil. Siyah mıydı? Evet, ama sürünün içinde gezen -heybesi,kepeneği ve azığını taşıyan- eşeğinin sıpasının ki kadar değil. Oğlağın gözündeki farklılık teslimiyetti. Bıçağa teslimiyet. Bıçağı tutan ele teslimiyet. Kadere teslimiyet. Sessiz hareketsiz, çırpınmasız teslimiyet.
"Selamun aleykum" diyene kadar farketmedi yabancıyı. Kulağı delik sayılırdı halbuyse. En derin uykuda bile ufak bir çıtırtıya uyanırdı. Duymamıştı, duyamamıştı yabancının yaklaştığını. Belki de tüm dikkatini oğlağa vermesindendi. "Aleyküm selam" dedi, yavaşça. Adam, kıralmış ve uzamış saçları sakalı ile öylece bakıyordu. Göğe çalan keçe külahı, eskimiş uzun elbisesi, elinde çift ağızlı teberi ve huzur veren yüz ifadesiyle iki üç adım ötesinde durmuş, öylece bakıyordu.
Ancak duyulan bir sesle sordu: "Amasya'ya çok var mı?"
"Yok" dedi, çoban. İkindiye kalmadan ulaşırsın. Sesi bıkkın ve hafif aksi idi.
Yolcu sanki konuşmak ister gibi ekledi: "Yorgun gibisin ve çok terlemişsin."
Çoban, - derin bir iç geçirmeden sonra- yorgun ve bıkkın, cevapladı: "Ah beyim ah. Aha bu ala oğlak sabahtan beri anamdan emdiğimi burnumdan getirdi. Ancak burada yakalayabildim. Üç dört saattir peşinden koşmaktayım. Ama, andım var bıçağı hakketti."
"Oğul" dedi yolcu "Oğlağa niye kızıyorsun ki. Kaçan oğlağa değil seni koşturana bak. Bilmez misin ki, koşman dilenmişse, sana düşen ya ter, ya kan veya can vermektir."
"Tamam amca, tamam" dedi çoban. "İşte, bu oğlak can verecek."
"İyi de, oğul" dedi yaşlı adam. "Oğlağın kanını, canını alman, sana ne kazandıracak ki?"
"Rahatlarım hiç olmazsa." dedi çoban.
"Akan ter senden; kanın ve canın bedeninden iken, Ferhatın dağından buraya yolu kendin isteyerek gelmişsen, oğlağın günahı ne ki?"
...................
Kalakaldı çoban Abdullah. Bir an kendini oğlağın yerine koydu. Kısacık eğitim süresinde hocanın anlattığı İbrahim ve İsmail'in kıssasını hatırladı. Olduğu yere çöktü. Sanki bu dünyada değildi. Hiçbir şey düşünmeden, parmağının ucundaki gönlünü, ala oğlağın kıllarına bıraktı.
Kendine geldiğinde kafasını kaldırıp; yolcuya bakındı. Yoktu. Geldiği gibi sessizce gitmişti. Gelişi gibi gidişini de duymamıştı.
Ayakları bağlı oğlak, bıraktığı yerde öylece duruyordu. Düğümü çözerken yavaşça mırıldandı: " Beni de çok yordun mübarek."
.......................
Çoban, gün batımına yakın Amasya istikametine yönelirken, huysuz ala oğlak, -sanki bunca yolu getiren ve yorgunluğa sebep olan o değilmişçesine- ardı sıra geliyordu.
...........................................
Yıllar sonraydı...............
Çoban Abdullah'ın artık, adı unutulmuş artık serçoban adıyla anılır olmuştu. Yine dağlarda, yine oğlakları-kuzuları ile günlerini geçiriyordu. Sohbetlerinin tadı, gönül zenginliği tüm Amasya'yı tutmuş; Tokat, Çorum, Caniğ'e kadar yayılmıştı. Her baharda çobanlar sürüleri ile gelir; davarın süt-yün ve fazla çoğalmaları için, duasını alır olmuşlardı.
Ağabeylerinden büyük olanı Amasya'da sessiz kendi halinde ilme ve aydınlatmaya devam ediyordu. Safiyüddin Mahmut adlı küçük ağabeyi ise bir müddet ilime devam ettikten sonra. Birden bire hiçbir gerekçe göstermeksizin medreseyi terk edip baba mesleğine dönmmüş; ayakkabıcılıkla geçinir olmuştu. Oya gibi işlediği ayakkabılar ve tatlı sohbetleri nedeniyle "iğneci baba" diye anılırdı.
Üç kardeş - Kocacık Baba, İğneci Baba ve Serçoban- Tüm Amasya'nın sevdiği saydığı gönül ehli kişilerdi.
.........................
Çoban Baba kuşluk zamanı sürüyü ağıla sokmuş; sağımı takıben, çıkın yaptığı mendiline doldurduğu sütle Amasya'ya doğru yol alıyordu. "Türkmen milleti dağdan gelen adamın eline bakarmış" diye düşündü.
Altmışı geçmiş yaşına rağmen dinçliğinden bir şey kaybetmemişti. Bir buçuk - iki saat sonra ırmak boyundan arastaya ulaşmıştı. Saraçhane Camiinin yanından sağa dönüp arastanın kapısından girdi. Sağda iki terzi, solda çay ocağı, onun yanında berber dükkanı...... Hepsi açıktı. Yavaşça ilerledi. Sağdan ilk aralığa döndü. Sağdan ikinci dükkana girdi.
"Selamunaleyküm usta"
Elindeki ayakkabı ile uğraşmakta olan Safiyüddin Usta, kafasını kaldırdı. Yeni gelenin arkasından vuran gün ışığı yüzünü gölgede bırakıyordu.
"Ve aleykümselam hoş geldiniz." Tanıyamamıştı.
"Ağabey. Benim, Abdullah." dedi misafir. "Tanıyamadın mı? Yoksa tanınmayacak kadar uzak mı kaldık?"
İğneci Baba yerinden doğruldu. "Gardaş hoş geldin. Hoşluklar getirdin. Kusura bakma. Yaşlılık. Gözlerim eskisi kadar iyi görmüyor. Bir de ışığın arkadan vurması.. Bir anda tanıyamadım ........ Geç hele şöyle buyur otur."
Serçoban elindeki süt dolu çıkını, dükkanın orta yerindeki direkte mıha astı.
"Nasılsın Abdullah? Nasıl gidiyor işler?" diye sordu, ağabeyi.
"Sağ olasın ağabey. Bildiğin gibi, uğraşı-yoruz. Vadeyi tamamlamakla meşgulüz."
"Amenna." dedi ağabey ve ekledi: "Ama vadeyi hiç bitmeyecekmiş gibi kabul etmek te gerekir."
Ortalığı derin bir sessizlik kapsadı. Sinek uçsa kanat sesleri duyulacaktı. Önce bir kanat sesi ve ardından hu çeken güvercinlerin sesi iki kardeşi düşüncelerinden ayırdı.
"Abdullah ne içersin? Soğuk ayranım var. İstersen kahve de getirtebiliriz." diye sordu, ağabeyi.
"Bir bardak soğuk su olsa yeter ." dedi çoban.
"Dur öyleyse. Aşağıdaki sarnıçtan alıp geleyim. Oranın suyu bayağı soğuk oluyor." diye cevapladı, ağabeyi. Hızlı adımlarla dükkandan çıktı.
Sessiz ve hareketsiz geçen üç-beş dakikanın ardından, elinde maşrapa ile geri döndü.
"Buyur" diye maşrapayı uzattı.
Abdullah maşrapayı alırken. Kapıdan içeri giren ışığın azaldığını fark etti. Kapıya doğru baktığında genç görünümlü bir kadının dükkana girdiğini gördü.
"Selamunaleykum" diye seslendi, kadın.
"Aleykumselam" diye cevap verdi ayakkabıcı. Çoban mırıldanırcasına aldı selamı.
"İğneci babanın dükkanı burası mı?" diye sordu, kadın.
"Bazıları öyle derler." diye cevapladı dükkan sahibi.
"Yemeni yaptıracaktım." diye açıkladı, müşteri.
"Buyur otur kızım ." diyerek alçak tabureyi gösterdi, dükkan sahibi. Ekledi. "Ayağını uzatır mısın?" Elinde bir kalem bir kağıt ölçü almaya hazırlanıyordu.
Kadın ayağındaki eski yemenilerini çıkarıp; bindallısının altından ayağını uzattı. Çobanın oturduğu yerden kadının sadece topuğu görülebiliyordu. Kırmızı albenili bindallının altından bembeyaz topuğu.
"Ne kadar da güzelmiş." diye geçirdi içinden, çoban .
...................
Ayni anda, direkteki mıha asılı süt dolu çıkının en altından, sanki görülmemiş bir el tarafından, görülmemiş incelikteki iğne ile, bir delik açıldı. Açılan delikten önce belli belirsiz bir ıslaklık sonra süt beyazlığı oluştu. Beyazlık büyüdü. Gelişti. Damla haline gelip toprağın çekimine uyarak, düştü. Toprağa çarptığı an çıkan kös vurumunda ki sesi kadın fark edemedi. Oysa aynı ses, Çobanın ruhunda fırtınalar koparmıştı. "Nefs-i emmare" diye düşündü. Terden sırılsıklam olmuştu. Mırıldandı: "Tövbe! Bilmeden yaptıklarıma."
..............................
İğneci baba sanki hiçbir şeyin farkında değilmişçesine işine devam ediyordu.
Kadın çıktıktan niçe sonra, ağabey mırıldanarak kardeşine döndü. Çoban, sesi tam olarak duymasa da, "Keramet dağ başında ermekte değil; keramet burda, çıkındaki sütü damlatmamakta." dediğini anladı.
GARİP HAFIZ
Hiç konuşmamışlardı, Suluca'ya dönene kadar. Rüzgarın uğultusu ve arabanın homurtusu sanki onları sarmıştı. Şehre girerken, Yusuf sordu: "Beyim, nerede bırakayım seni?"
Apayrı bir dünyada olan Ali Yüzbaşı, bir an irkildi. Yavaşça cevapladı: Otobüs yazıhanelerine bırakırsan yeter."
Suluca'ya Amasya tarafından girdiler. Üç-beş yazıhaneden oluşan otogara geldiklerinde ikindi olmak üzereydi. Hiç konuşmadan ücreti ödeyip arabadan indi. Oturacak bir yer ararken gözü, çay ocağı ve hemen yanında ki köfteci dükkanına takıldı. Sabahtan beri hiçbir şey yemediğini hatırladı. Acıkmıştı. Köfteciye yöneldi.
Yirmi dakika sonra karnı doymuş olarak çay ocağına "Selamünaleyküm" diyerek girdi. On-onbeş alçak taburenin bulunduğu ufacık bir yerdi. Yedi sekiz kişilik grub halka yapmışlar kendi aralarında sohbet ediyordu. Yaşlıca olan ikisi cevapladılar: "Aleykümselam." Ocak başındaki kara yağız delikanlı insanın içini ısıtan sıcak bir gülümseme ile karşıladı: "Hoş geldin abi, buyur." Eliyle köşedeki tabureyi gösteriyordu. Kendisine gösterilen yere yöneldi.
....................
Ocakçının getirdiği çayı sessizce yudumlarken, yine kendi dünyasına dalmıştı. İki- üç gün içinde yaşadığı olaylar; -Canlı, dipdiri bir asker olarak tanıdığı- Kurtboğan'ın beş yüz yıl önce ölmüş bir evliya çıkışı; İki gün önce, oturup sohbet ettiği, çay içtiği yaşlı adamın sekiz yüz yılı aşan mezarını buluşu ruhunda fırtınalar koparıyordu. Önünde açılan yeni kapının ardındaki dünyayı düşünüyordu. Çocukluğunda dedesinden dinlediği; -masal gibi dinlediği- öykülerin gerçek olabileceğini düşünüyordu.
Kapının gıcırtısı ile içinde bulunduğu halden ayrıldı. Yaşlı, kısa boylu sakallı bir adam çay ocağına girmişti. Elinde bastonu, sekiz on günlük sakalı ile tıpkı sabahleyin konuştuğu yaşlı adama benziyordu. Bir an düşündü. İsmini hatırlayamadı. Düşünüyor, düşünüyor, bulamıyordu. Oysa hafızasının kuvvetine inanır ve bir kez duyduğu- tanıştığı kişinin ismini unutmazdı. "N'oluyor bana?" diye söylendi, kendi kendine. Bulamıyordu. Bir türlü hatırlayamıyordu ismi.
.....................
Yan masadan gelen yüksek sesli sohbet işte o anda dikkatini çekti. Eski fakat temiz giyimli yedi sekiz kişiydiler. En yaşlıları kırklarında, en genci ise en fazla yirmilerinde idi. En yaşlı görükenin yanında, ona yakın yaşlarda şakakları hafiften ağarmış, kıyafeti nispeten daha iyi, biri daha bulunuyordu. İkisinin memur olduklarını düşündü.
"Geciktik" diyordu, gençlerden biri. "Çok geciktik."
"Kısmet" dedi en yaşlı gözükenleri. Ve ekledi: "Kısmetten ötesi olmaz ve dahi tedbir takdiri kesemez."
"Ama" diye itiraz etti genç olanı: "Ama, bize öğleden hemen sonra burada olacağını söylemişti, İbraam. Üç saat oldu beklemekteyiz, minibüsü. Hava da bozuyor. Bu saatte gidip gelmek zor olacak. Üstelik Hafız efendi ile sohbetimiz de kısa olacak. Gitmişken uzun uzun sohbetinde bulunsaydık."
"Sakin ol, İsa." diye uyardı yaşlı olanı. "Hem bilmez misin? Her şey olacağına varır. Aptal boşa çabalar. Üstelik Garip Hafız çağırdıysa nasıl olsa gidersin."
Ali Yüzbaşı birden aydı. Sabah konuştuğu kişinin adını hatırladı. Garip Hafız'dı. Nezaket kurallarını unutarak söze karıştı. "Afedersiniz. Garip Hafız nerede bulunur?"
Sohbetçilerden en yaşlı olanı yavaşça yarım döndü, omuzunun üzerinden cevaplarken sordu: "Gümüş'tedir. Bilir misin?"
"Öğleye doğru burada karşılaşmıştık. Gani Babayı sordum tarif etti." diye cevapladı, Ali Yüzbaşı.
"Garip Hafız sabahleyin burda mıydı?!" diye, şaşırarak atıldı genç olanı.
"Mümkündür" diye araya girdi, yaşlı konuşmacı.
"Ne iş yapar Garip Hafız?" sorusunu nasıl sorduğunu anlamadı, Yüzbaşı.
"Sen kendisi ile konuşmadın mı?"
"Sadece Gani Babayı sordum. Tarif etti."
"Sohbet etmediniz mi?"
"Hayır."
"Yazık kısmetin yokmuş. Bizler kendisini dinlemek için Gümüş'e; ziyaretine gidiyoruz." dedi yaşlı olan.
"Kim o?" diye üsteledi, Ali Yüzbaşı.
"Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin torunlarındandır. Şu, Marifetnameyi yazan İbrahim Hakkı'nın. Gümüşte oturur. Gönül ve ilim ehlinden olduğu söylenir." diye cevapladı, guruptan biri. Ve ekledi: "Biz ziyaretine gidiyoruz. İstersen sen de gel."
Hava birden kararmaya başlamıştı. Ali Yüzbaşı bir an sustu. Sonra tavrına kendi de şaşarak, yavaşça "Olur" dedi. İsimlerini dahi bilmediği bu insanlarla yolculuğa çıkmayı kabul etmişti.
Aynı anda ortalık şimşek çakışında aydınlandı.. Onu, kuvvetli bir gök gürültüsü takip etti.
Oluşan ürperti dolu sessizliği, iri iri düşen yağmurun sesi bozdu.
Ziyaretçilerden yaşlı olanı yavaşça mırıldandı. "Işık aydınlık; Yağmur rahmettir."
Ali Yüzbaşı, son sözlerin kendisine söylendiğini zannetti. Sanki başka hiç kimse duymamıştı. Yalnızca yaşlının hemen yanında oturan, - şakakları hafiften ağarmış olan ona bakıyordu. Gözlerinde sevgi saygı ve merak okunuyordu.
.................................
Ocakcı, çayları tazelerken, kapı açıldı. İçeriye, yarı ıslanmış durumda sendeleyerek bir müşteri girdi. Otuz otuz beş yaşlarında gösteriyordu. Yaka bağır dağılmıştı. Peltek bir konuşma ile selam verip, grubun hemen yanına oturdu. Kesif bir alkol kokusu duyuldu. Ocakçının getirdiği çaya şekeri atıp karıştırırken, bulunanları süzmeye başladı. Birden yüzünden, güven veren tanıdık birini bulmanın verdiği, mutluluk dalgası geçti. Grubun en yaşlısına hitaben, yine sarhoş pelteklemesinde, ama saygı dolu sesle hitap etti: "Merhaba Hoca. N'aber?"
"Eyvah" diye mırıldandı, Ali Yüzbaşının hemen yanında oturmakta olan İsa adlı genç. "Keş Celal'e çattık."
"Sağolasın Celal. Sen Nasılsın?" diye cevapladı, yaşlı hoca. Sözlerin sonuna doğru, yüzü İsa'ya dönmüştü. Ali Yüzbaşı'ya kaşları hafif çatılmış gibi geldi. "Erken başlamışsın demlenmeye." diye devam etti.
"Boş ver Hocam." dedi Keş Celal. "Biz de böyleyiz işte......... Siz... Hayırdır? Sohbet mi var? Yolculuk mu?". Konuşması hep peltekti.
"Gümüş'e gideceğiz. Minibüsü bekliyoruz." diye cevapladı, Hoca.
"Garip Hafız'a mı?" Keş'in sesindeki pelteklik sanki bir anda düzelmişti.
Hoca evet anlamına başını sallamıştı.
"Ben de geleceğim" dedi, Celal.
Soğuk bir hava esti gurupta. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Garip Hafız'a sarhoş birini götürmenin yakışıksızlığını düşünüyorlardı. Bir müddet kimse konuşamadı. Nihayet Hoca cevapladı: "Celal, hava kötü. Üstelik arabanın ne zaman geleceği de belli değil. Biz çok bekleyebiliriz. İstersen sen gelme. Başka zaman birlikte gideriz."
"Hoca!" dedi Celal. "Ben Garip Hafız'a gitmek istiyorum. Senin evine değil."
Cevap oldukça ağır olmuştu. Buna rağmen Hoca, hiçbir şey demedi. Yavaşça, -kabul anlamına- başını salladı; "Gözlerini yere indirdi. "Celal." dedi yaşlı hoca. "Yalnız......... Hacı Bektaş-ı Veli'yi bilirsin. Makalat'ında demiş ki: Bir kuyuya bir damla içki damlasa; o kuyunun suyunu dışarı boşaltsalar, o suyun boşaltıldığı yerde ot bitse, o otu bir koyun yese, takva ehli kavlince o koyunun eti haramdır."
"Allah, Rahman ve Rahimdir." diye cevapladı, Keş Celal.
...........................................
İSA'NIN ANLATISI
O gün bizim hocanın teklifiyle, Garip Hafız'ı ziyarete karar vermiştik. Bir gün önceden bizim şoför İbraam'ın minibüsünü ayarladık. Minibüs dediysem, siz anlayın: On beşini geçmiş bir feka. Her metrede ayrı bir tarafından ses gelir. Üstelik, gidip geleceğimiz de seksen kilometrelik yol. Ancak İbraam arkadaşımız. Arkadaşımız kazansın istedik. Gelgelelim, bizim İbo, öğlene söz vermesine rağmen, ikindi oldu, gelmedi. Delikanlı uşaktır. Verdiği sözü tutar. Muhakkak bir aksilik oldu.
Biz çay ocağında can sıkıntısı içinde İbo'yu beklemekte iken; Keş Celal zil zurna sarhoş olarak geldi ve tebelleş oldu. Sevmediğim bir adam. Ne dostluğuna güvenilir. Ne arkadaşlığına. İçer, dağıtır. Bir kadeh içki ısmarlayanın her türlü kılıcını sallar. İki lokma yemek, bir kadeh içki için en yakın arkadaşını bile satar. Sevmem öylelerini......
Bizim Hoca gani gönüllü. Kısa bir sohbetten sonra onun da gruba katılmasına rıza gösterdi. Hey Allah'ım. Biz gidiyoruz Garip Hafız'a..... Yoldaşımız Keş Celal.... Gerçi bizim Hoca, Gürün'lü Deli Mehmet'in hikayesini anlatmıştı, bir keresinde.
Deli Mehmet, Gürün'ün delisiymiş. Yakın zamana kadar da hayattaymış. Bir keresinde kendi gibi deli olan Hasanla beraber bir köy düğününe davetsiz olarak gitmişler. Köylülerden biri, -cahilden biri- Deli Mehmet'le dalga geçmeye başlamış. Zaman ilerledikçe dalga geçme, ağır şakalara dönüşmüş. Gönül kırmaya başlamış. Hakarete kadar varmış. Zavallı Deli Mehmet, elinden bir şey gelmediğinden oturup hıçkıra hıçkıra ağlamış. Duruma ziyadesiyle üzülen Deli Hasan arkadaşını teselli etmek istemiş: "Bre deli! Ne ağlıyorsun. Kalk el aç; Dua et Allah'a. Şu herifin canını alsın diye. Ben de amin derim, namazını kılarız; Olur biter." Dediklerini yapmışlar. Herif, aynı gün -muhtemelen bir kalb krizi ile- vefat etmez mi? Gerçekten cenaze namazını kılıp köyden ayrılmışlar. Ertesi gün Gürün'de camii avlusunda karşılaştığı bir nur yüzlü kişi, Deli Mehmet'in gözlerine uzun uzun baktıktan sonra: "Hal senden alındı." deyip yürüyüp gitmiş...... Hoca bunu anlattıktan sonra eklemişti. "Kimde ne olduğunu ancak Tanrı bilir. Kızıp, beğenmediğimiz o sarhoşlar, deliler, keşler, bu bayrak, bu vatan, bu din, bu ezan için ola ki mümin görünenlerden önce koşa ve hatta can vere..... Kimseyi hor görmemek gerek. Kimde ne olduğunu ancak Yaratan bilir."
Hoca'nın bu hikayeyi anlattığı günden beri deliden keşten ve sarhoştan çekinirim.
Buna rağmen......... Yanımızdaki bir keş. Üstüne üstlük adamakıllı sarhoş. Adam laf konuşmakta zorlanıyor. Hafız Efendiye nasıl anlatırız? Ya bir densizlik yaparsa. Ya Hafız Efendi bizi kabul etmezse........ Ne yaparız?....
...............................................
Eski, yıpranmış feka minibüsün içinde -şöfor dahil- on bir kişiydiler. En önde şöfor ve Hoca, onların arkasındaki koltukta ise Ali Yüzbaşı ve İsa, aralarında şakakları ağarmış kişi vardı. Diğerleri 3. ve 4. sıraya oturmuşlardı. Keş Celal ise en arka koltuğa oturmuş; kafası önünde, sızmış veya uyukluyordu.
Minibüs Suluca'dan çıktığında, şakakları ağarmış olan ilk kez ve yavaşça konuştu: "Cümleten hayırlı yolculuklar."
İsa ve Ali, Yüzbaşı aynı anda aynı kelimelerle cevapladılar. "Size de."
"Adım Esat." diye devam etti konuşmaya beyaz şakaklı olan. "Ankara'da memurum. Aslen Amasya'lıyım. Siz?"
"Ali" diye tanıttı kendini, yüzbaşı. "Askerim. Amasya'ya Kurtboğan'ı ziyarete gelmiştim." Yaralı bacağı hafiften ağrımaya başlamıştı. "Yol ne kadar sürer?" diye sordu.
"Bir buçuk saati bulur." diye cevapladı, Esat. "Daha önce hiç gitmediniz mi?" diye ekledi.
"Hayır. Benim ki tamamen tesadüf. Son iki üç gündür hayatımın akışını tesadüflere bıraktım." diye cevapladı, Ali Yüzbaşı.
"Ben de öyle. Ben de öyle." diye mırıldandı, Esat. Yine yavaşça anlatmaya başladı. "Ankara'da bakanlıktaydım."
Minibüs her bir yerinden farklı sesler çıkararak yoluna devam ediyordu.
.........................................................
ESAT BEYİN ANLATISI
Ankara'da bakanlıktaydım, o gün. Dairede gündelik işlerle uğraşıyordum. Sekreter misafirlerin olduğunu söyleyerek içeri aldı. Gelenler Mukbil ve Ağası isimli iki eski askerdi. Hoş beşten sonra konuya girdiler. Basit bir işti istedikleri. Hallettim. Hemen kalkmak istediklerinde bırakmadım. Çay kahve söyledik. İşlerimin sıkışık olmasına rağmen sohbet kendiliğinden başladı. Nereli olduğumu sordular. Amasya'lı olduğumu söylediğimde ikisi birden Garip Hafız'ı tanıyıp tanımadığımı sordular. Duymuştum. Ama tanışmamıştım. Her ikisi de yakınen tanıdıklarını ve saygıdeğer bir insan olduğunu belirttiler Hatta Ağası Bey, aktif askerlik döneminde -pilotken- uçuşta zor durumda kaldığını; Garip Hafız'dan imdat istediklerini anlattı. Mukbil Bey de kendisini imtihan etmek amacıyla giden -Merzifon'daki Nato Üssü'nde görevli- kişilerin yaşadığı şaşırtıcı olaylardan bahsetti. Sonuçta, her ikisi birden, Amasya'ya gittiğimde muhakkak uğramamı tavsiye ettiler.
Epey zamandır memlekete gelememiştim. İki üç ay kadar önce geldiğimde ziyaretine gittim. Bayağı sıcak bir ağustos günüydü. Geceyi amcaoğlunun evinde geçirmiştim. Abdest almadan, eski medreseye gittim. Küçük bir odada bizi kabul etti. Geçmiş gün, içerde üç beş kişi vardı. Garip Hafız köşede dizleri üstüne oturmuştu. Dışarıdaki harman ateşinin aksine içerisi loş ve serindi. Elini öpmek istedim. Öptürmedi. Kısaca, "Hoşgeldiniz dedi." Bu hoca da, - ön koltukta oturan yaşlı hocayı işaret ediyordu.- ordaydı.
Herkes oturduktan sonra Garip Hafız bir müddet Kur'an okumanın hikmet ve faziletlerinden bahsetti. "Fatiha" diyerek konuşmasını bitirdi.
Fatihayı okumaya başladım. Aynı anda abdestsiz olduğum aklıma geldi. Sıkıldım. Utandım. Hayıflandım. Terlemeye başladım. Kafamı önüme eğdim........
Kafamı kaldırdığımda Hafız Efendi'nin gözlerimin taa içine baktığını gördüm. Küçük bir baş hareketinden beni çağırdı. Saygı, utanç ve korkudan dağılmış vaziyette yaklaştım. Elini omzuma koydu. Yavaşça "Bizim Amasya'da yazlar çok sıcak olur. Üstelik su da pek azdır. Ola ki ihtiyacın vardır. Hoca sana yardım etsin." dedi. O zamana kadar bu hocanın yanıma geldiğini hissetmemiştim. Hoca ile birlikte çıktık... Şimdi tekrar gidiyorum....
.................................................
Minibüs Çelteği geçmiş Sırıklının yokuşu tırmanmaya başlamıştı. Yağmuır daha da artmıştı. Birden arkadan gelen seslerin arttığını duydu. Şoför İbraam, "Allah kahretsin; Lastik patladı." diyerek arabayı sağa çekti ve durdu. Herkes arabadan inerken, Keş Celal hala uyukluyordu. İbraam, bıkkın, yorgun, birazda sinirli söylendi. "Celal Bey, Kaftanınız ıslanacak ama, sizin de inmeniz gerekiyor." Bizim sarhoş, -sarhoşluğun aksiliğinde- söylenerek indi. Yağmur inadına hızlanmıştı.
Rampada üç tekerin taşlarla desteklenmesi, krikonun vurulması, sağ arka lastiğin değişmesi, hızla -ama zahmetle- yapıldı. Dolu dolu yağan yağmura rağmen hala ayılmamış olan Keş Celal, -hepsi gibi- sırılsıklam olmuştu. Farkı söylenmesindeydi. Şöfor İbrahim ve ona yardım eden İsa hariç tutulursa, tümü yağmurdan korunmak için sonuçsuz uğraşırken; Celal'in kızgınlığı diline vurmuştu.
"Allah kahretsin." diyordu, Celal. "Allah kahretsin. Bu yağmurda bu taka araba ile ne işim vardı. Neymiş? Garip Hafız'ı ziyaretmiş. İşin mi yoktu, be sersem herif.. Bu sıkıntıyı çekmenin ne gereği vardı. Bir yaşlı bunağı ziyaret için, bu kadar zahmeti çekmeye değer mi?"
Hızını alamamıştı, kendisine küfrediyordu: "Kafasına tükürdüğümün salağı! Takılırsan böyle herkesin peşine...... Islan bakalım sıpalar gibi! Gelsin de Garip Hafız'ın kurutsun seni." Sıgara üstüne sıgara içiyordu.
Lastiğin değişmesi yarım saati geçmişti. Arabaya bindiklerinde hepsi sırılsıklam olmuş; Celal hemen uyuklamaya başlamıştı. Diğerleri hiç konuşmadan yolu, motor sesini ve arabanın her bir yerinden gelen ayrı tondaki sesleri dinliyorlardı.
...................................................
Gümüş'e girdiklerinde akşam ezanı okunuyordu. Minibüs doğrudan Yörgüç-Rüstem Paşa Camiin önünde durdu. Hep beraber namazı kıldılar. Namazdan sonra Haliliye medresesinin kapısını çaldılar. Kapı açılmamıştı.
Üçüncü çalmadan sonra kapı yavaşça aralandı. Otuz yaşlarında kısa kesilmiş saçlı, kısa bıyıklı esmer bir adam görüldü. "Buyurun" dedi. "Buyurun. Ne arzu etmiştiniz?" Akşam karanlığında, karşısında on bir kişilik, sırılsıklam gruba bakıyordu.
"Hafız Efendi'yi ziyarete gelmiştik. Vakit te geç oldu ama, Cemal Hocam. Bizi kabul eder mi acaba?" dedi, grubun başındaki yaşlı hoca. Belli ki yaşlı hoca, kapıyı açanı, ismiyle hitap edecek kadar yakın tanıyordu.
Kendisine ismiyle hitap edene dikkatle bakan Cemal Hoca, geleni tanımıştı. "Hocam, hoş geldin. Bilirsin babam ziyaretçileri genelde öğleden sonraları kabul eder. Ama bir ileteyim. Siz lütfen şöyle geçin. Beklerken ıslanmayın......................"
Beş dakika sonra zayıf iki üç ampulun aydınlattığı medresede, Cemal Hoca'nın peşinde, köşedeki odaya doğru gidiyorlardı.
......................................................
CEMAL HOCA'NIN ANLATISI
Garip Hafız Efendi'nin yanına ilk geldiğimde on üç yaşımda idim Hafızlık talebesi idim. Beni kendisi istedi. Aslen Gümüş'ün köyündenim. Babam ve anamın izin vermesi üzerine yanına geldim. Askerlik görevim dışında hep yanında oldum. Merzifon'a gittiğinde de senelerce orda kaldım. Çocukluğumun son dönemleri, yeni yetmeliğim, delikanlılığım, gençliğim hep yanında geçti. Onun yanında onun izniyle evlendim. Beni manevi oğlu kabul etti. Ben de kendisine hep "Babacığım" diye hitap ettim. Hatta ona hürmeten -Gül olan soyadına izafeten- soyadımı değiştirdim "Güloğlu" yaptım. Gençliğimde, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı, Reşat Nuri Güntekin'i, Abdullah Ziya Kozanoğlu'nu bana o okuttu. İlim konusunda ne öğrendimse ondan öğrendim. Zaman zaman bana hayatını anlattı. Hocalarını ve babasını hep rahmet ve minnetle anardı. Amma, annesine karşı sevgi ve özlemi çok fazla idi.
Meclislerinde bulundum. Dost meclislerinde, arkadaş toplantılarında, ziyaretlerde. Hep sevgiyi, saygıyı, dine-devlete bağlılığı gördüm. U'l-ul Emr'e uymayı öğütlerdi. En saygısız insanlara karşı bile, sesinin yükseldiğini duymadım. İnsanın kusurlarını görmemek gerektiğini söylerdi. Alçak gönüllüğü ve hoş görüyü esas alırdı. İbadetin de kabahatin de gizli olması gerektiğini öğütlerdi. On beş seneye yaklaşmıştır birlikteyiz. Sadece iki kez abdest alırken görmüşümdür. Cemaatle birlikte olduğu zamanlar dışında, namaz kılarken görmedim. İbadetleri hep gizli idi. Odasına ziyaret saatleri dışında, -ben dahil- kimse girmezdi. On yedi yılda tek bir kez habersiz girdiğimde kapıdan vahşi bir hayvanın çıktığına şahidim.
Askerlik arkadaşlarından biri anlatmıştı. Bulunduğu mecliste gösteriş için rabıtaya geçen dervişin düştüğü güç durumu.
....................................................
Aralanan kapıdan içeri girdiler, en önde yaşlı hoca, peşinden Esat Bey ve diğerleri. En arkada Keş Celal ve Ali Yüzbaşı. Loş ışıkların aydınlattığı odada, -köşede- yaşlı, sakallı, kamburlaşmış, kısa boylu Garip Hafız ayakta duruyordu. Ziyaretçiler el öpüp selamlaşıyor ve sıraya geçiyorlardı. Hafız Efendi her ziyaretçiyi aynı kelimelerle karşılıyordu: " Hoş geldiniz." Ve mutat selamlaşma. Keş Celal, hala ayılmamış sarhoşlukta, Hafız Efendinin eline sarıldı, dudaklarından tek bir kelime döküldü: "Hocam!"
"Hoş geldin Celal'im." karşılığını aldı. "Hele gel bakalım." Hafız Efendi, Celal'e sarılmıştı. Ayrılırlarken ancak en yakın birkaç kişinin duyabileceği yükseklikte bir sesle devam etti. "Bilmez misin, oğul Celal'im. Zahmet olmadan rahmet olmaz." Keş Celal'in Sırıklı'daki kendi kendine söylenmelerini, küfürlerini duymuş olan Ali Yüzbaşı, dondu, kaldı.
"Hoş geldin Yüzbaşım." sözleri ile kendine geldi. Garip Hafız kollarını açmış kendisine hitap ediyordu. "Hoş bulduk Efendim." diyerek kendisine uzanan eli öptü. Nasıl olduğunu hiç anlamadan, Garip Hafız'la kucaklaştı. "Gazan mübarek olsun, Allah'ın arslanının adaşı; Kurtboğan'ın, Gani Baba'nın, Gülaziz'in yoldaşı."
Şaşırdı, Ali Yüzbaşı. Suluca'da karşılaştıklarında, Hafız Efendi'ye Kurtboğan'dan hiç bahsetmemişti. Gülaziz'i hiç duymamıştı. Aptallaşmış vaziyette selamlaşma sırasındaki yerini aldı. Garip Hafız oturmuştu. İnsanın içini ısıtan bir sesle hitap etti: "Buyurun, oturun."
Cemal Hafız şeker getirmişti. Sıradan, kağıtlara sarılı, hiçbir özelliği olmayan şekerlerdi. Ali Yüzbaşı bir tane aldı. Cebine koydu.
İsa., "Keş Celal için iyi ki bize kızmadı." diye kısa bir sevinç yaşadı,
...........................................................
GARİP HAFIZIN SOHBETİ
"Mevlana Hazretleri, sıcak bir gün yanında talebeleri ile yürüyormuş," diye söze başladı, Hafız Efendi. "Yollarının üstünde köpek leşi görmüşler." diye devam etti. "Görmüşler ama leş, ben deyim üç günlük, siz deyin beş günlük. Kurtlanmış; Kokmuş. Dayanılır gibi değil. Talebeler önce maşlahalarını - hani o peçe gibi yüze takılan kumaşlarını- ağız ve burunlarına çekmişler. Amma koku yine de dayanılır gibi değil. Yollarını değiştirip leşten ve kokusundan uzaklaşmak istemişler. Mevlana ise, maşlahını çekmeden yoluna devam ediyormuş. Köpek leşinin yanına gelinceye kadar yanında hiç kimse kalmamış. Tüm talebeler kokudan kaçmış.
Mevlana Hazretleri ise, eğilmiş köpek leşine.............. Uzun uzun bakmış. Ben deyim üç, siz deyin beş dakika incelemiş. Sonra, yavaşça doğrulup, hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmiş. Leşten epey uzaklaştıktan sonra, - kokunun ulaşamadığı yerde- talebeler tekrar yaklaşmışlar, yanına. O ise, kendi kendine mırıldanıyormuş: Hay maşallah ne de beyaz dişleri varmış diye."
İsa, Keş Celal hakkında, yola çıkmadan ve yolda düşündüklerini hatırlayıp utandı.
"İnsan oğlu nakıs yaratılmıştır." diyordu, Garip Hafız. "Önemli olan insanın yaptığı hataları bilip kabul etmesi, tekrarlamamasıdır. Peygamber Efendimiz, mümin aynı delikten iki kere sokulmaz buyurmuştur."
İsa, kulaklarının ucuna kadar kızardığını ve alev alev yandığını sandı.
"Fark neden?" diye düşündü, Ali Yüzbaşı. "Madem herkes kusurlu, -öyleyse- insanlar arasındaki fark neden?"...... Gözü, ortadaki kilimin üzerindeki, -süpürge artığı- ufacık sararmış yaprak parçasına takılmıştı.
"Fark" diyordu, Garip Hafız; "Fark, insanın oğlunun kendi fıtratında ve kendini tanımasındadır. Nefsini tanıyan Allah'ı tanır buyurulmuştur.......... Hallac-ı Mansur'un, enel hakk demesinde mana vardır. Amma o konuya girmeyelim. Ağırdır..... Bir de....... Söz konusu olan nefs-i emmare değil tabii."
"Tababet insanın beş duyusu ile kendini ve çevresini algıladığını, göstermiştir. O nedenle de çoğu insan, beş duyusunun alabildiğini anlar. Gördüğünü, duyduğunu, kokladığını, tattığını ve dokunduğunu bilir. Bu üç boyuttan ibarettir. Cismanidir. En boy, derinlikten oluşur. İnsan oğlunu düşünen hayvan olarak anlatanlar, dördüncü boyutun eşiğine kadar gelenlerdir. Çünkü insan, düşününce yorumlamaya başlar. Zamanı kavrar. Zaman ise dördüncü boyuttur.......... Şimdi, sararmış bir yaprağı düşünelim......"
Gözleri, kilimin üzerindeki sararmış yaprakta, tüm dikkati ile konuşmayı dinleyen, Ali Yüzbaşı, irkildi. Bu loş odada, beş- altı metre mesafeden o yaprak parçasının görülmesi, zor hemi de çok zor gibi gelmişti, kendisine.
"Bir dikiş iğnesi düşünün." diyordu, Hafız Efendi. "Yerdeki, kutudaki, iğnelikteki, dikiş iğnesini düşünün." Sağ eliyle duvarda, -kapının hemen yanındaki bir çiviye asılmış- bezden yapılmış kalb şeklindeki iğneliği işaret ediyordu. Üzerinde belli belirsiz iki üç iğne seçiliyordu. "Uzaktan baktığınızda deliğini göremeyeceksiniz. İğneyi gözünüze yaklaştırdığınızda deliğini önce bir karartı, sonra bir delik olarak görürsünüz. Yaklaştırmaya devam eder ve içinden bakarsanız, dünyanızın iğne deliğine sığdığını göreceksiniz. Bu bakmayı, dinlemeyi, koklamayı, dokunmayı bilmektir.............."
Ali Yüzbaşı, yaprakla iğne deliği arasında ilişki kuramamıştı. Konunun değiştiğini sandı. Garip Hafız devam ediyordu.
"Şimdi o iğnenin deliğinden tabiata baktığınızı düşünün. Bir ağacı seçin. Ağacın dalına doğru ilerleyin. Dalcıklarına...... En uçtaki sararmış ufacık yaprağını düşünün. Sonra tüm diğer varlıkları silin. Gök yüzünü, yer yüzünü, ağacı, dalları....... Sadece yaprak kalsın. Görün biçimini, rengini. Yaklaşın duyun kokusunu, hışırtısını; Elleyin, yumuşaklığını hissedin. Ağzınıza alın. Acımsı tadını yaşayın. İşte modern tıbbın tarif ettiği beş duyunun size verebilecekleri bu kadardır............ Bu üç boyutta kalmaktır............ Şimdi, düşünün yaprağın ne işe yaradığını........ Üç beş kuruşluk değeri olmayan, yaprağın neler yaptığını. Terlediğini, solduğunu, bir fabrika gibi oksijen yaptığını, enerji ürettiğini........... Düşünün yedi sekiz ay önce o yaprağın henüz tomurcuk bile olmadığını; bir hafta, bir ay, altı ay sonra ne olacağını........... Cevabı bulacağımız yer dördüncü boyuttur."
Ali Yüzbaşı, çöp parçası olarak görülen sararmış yaprak parçasının üç beş gün öncesine kadar dalında asılı olduğunu, çok değil on beş yirmi gün önce dalında yemyeşil durduğunu ve tüm görevlerini yerine getirdiğini; Yaşadığını düşündü. Kendisini yaprağın yerine koydu.
"Zamanın anlamını çözdüğümüzde tesadüflerle izah edilemeyecek bir muazzam düzeni görmemek mümkün değil." diyordu, Hafız Efendi. Gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklardan kainatın oluşması; O küçücük parçaya, tüm dünyayı, gezegenleri yok edecek kadar büyük enerjinin saklanması tesadüflerle açıklanamaz. Tüm dört boyuta da hakim olan, yaratılmış her şeyin sahibi olan bir güç olması gerekir. Onu anlamak için beş duyunun veya aklın izahlarına ihtiyaç yoktur. Kalbinizi, gönlünüzü açmanız yeterlidir. Aklın sınırlarının ötesine geçildiğinde, -Mana aleminde- gerçek ortaya çıkar. Beşinci boyut için beş duyu ve akıl gereksizdir. Teslim olmak gerekir. Ondan sonraki makamlar nasip meselesidir. İmam-ı Gazali'ye yaşlı kadının cevabını bilir misiniz?"
Hiç kimseden cevap gelmemesi üzerine devam etti: "İmam-ı Gazali, aylar boyu çalışarak, Cenab-ı Hakkın varlığına dair bin beş yüz delil bulmuş. Kitap yazmış. Bir gün Pazar yerinde talebeleri ile bu konuyu tartışarak giderken, yanına yaşlı bir kadın yaklaşmış ve dinlemeye başlamış. Bir müddet sonra da sormuş: Kaç delilin var? diye. İmam-ı Gazali bin beş yüz deyince cevaplamış: Demek ki senin bin beş yüz şüphen varmış."
"Ne makamından bahsediyor, Hafız Efendi?" diye düşündüler aynı anda, Esat Bey ve Ali Yüzbaşı.
Yine sorular dillenmeden, cevap geldi: Hacı Bektaş-ı Veli'ye göre, mana alemi dört kapı ve kırk makamdan oluşur. Nasip ve sebat meselesidir. Kırk yıl odun taşımak dahi gerekebilir."
"Peki ya devlet? diye içinden geçirdi, Ali Yüzbaşı. Bir buçuk saatlik yolculuğa, akşam namazına ve bir saati aşan sohbette diz üstü oturmasına rağmen; -Her zaman kendisini rahatsız eden- yaralı bacağındaki ağrıyı, duymuyordu.
"Devlet bu dinin, bu milletin, bu toprağın koruyucusudur. Ordumuz peygamber ocağıdır. Peygamber Efendimizin, evliyanın, alplerin, erenlerin, Hakk dostlarının duası üzerindedir. Bu devlet İslam'ın bayraktarlığını yüzyıllarca yapmış; Allah'ın adını yaymak için dört kıtada at koşturmuştur. U'l-ul Emr'i temsil eder. Mutlak biat gerekir. Bu topraklar şehitlerin, gazilerin, evliyanın, alplerin, erenlerin vurdukları mühürlerle vatan olmuştur. O mühürler ki kanla, irfanla, imanla kazınmış; yüzlerce yılda bu toprağa vurulmuştur. Mühürleri unutmamak, yaşatmak, çocuklara anlatmak gerektir. Her kim ki, bu topraklara Dar-ül Harb der; her kim ki bu devlete biat etmez: imanı şüphededir."
Hafız Efendi susmuştu. Sohbetin bittiğini gösteriyordu. Sessizliği müezzinin okuduğu yatsı ezanı bozdu. "Allah-u Ekber. Allah-u Ekber." Yatsı ezanı hicazdan okunuyordu.
"İslam dinine estetiği ve sanatı sokan bizim milletimiz olmuştur." dedi, Garip Hafız. Her vakitte ayrı bir seda verilir. Sesi güzel olanlar okur. İmam olabilmek için gereken şartların ağırlığını anlatmaya vakit yok. Ama bilin ki, Sultan Alparslan'ın söylediği : Biz temiz müslümanlarız. Bid'at nedir bilmeyiz sözü sonuna kadar ve halen de doğrudur. Tüm İslam aleminde Kur'an ve sünnete en çok uyanlar bizleriz. Araplar, Peygamber Efendimize saygısızlık yaparken; sahabelerin adına inşa edilmiş mescitleri yıkarken; biz onlardan kalan her hatıraya sonsuz hürmet ederiz. Hatta siyasi iktidar uğruna biribirleri ile savaşan ehl-i beyt ve sahabenin hepsine aynı saygıyı gösteririz Çünkü biz Peygamberimizin takdirine mazhar olmuş bir milletiz." diye konuşmasını sürdürdü.
Müezzin "Hayyal-el Salah" diyordu.
Hafız Efendi, "Çağırıldık. Gitmek lazım. Yatsı namazını camide kılalım." teklifinde bulundu. Hep beraber medreseden çıktılar. Abdest tazelenip camiiye girdiklerinde cemaat farza duruyordu. Garip Hafız mırıldandı: "Peygamber Efendimiz de sünnetleri evinde kılarmış."
El bağlayıp durdular. İmam, su berraklığındaki, akıcı sesiyle kıraatte başladı. "Alemlerin rabbine hamd olsun. O esirgeyen ve bağışlayandır............" Ali Yüzbaşı, gözlerini kapadı. Tüm dünya silinmiş, sadece ayetler ve duyamadığı, göremediği, hissedemediği varlığı kalmıştı. Fatiha bitti. Cemaat "amin" diye mırıldandı. İmam zamm-ı sureye başlamıştı. "Elem neşrah leke sadrak. Ve vada'na anke vizrak. Ellezi enkada zahrak. Ve refa'na leke zikrak Fe inne me'al-usri yüsran. İnne ma'al-usri yüsran. Fe-iza ferağte fensab. Ve ila rabbike fergab." "Ve ancak rabbine tazarru et ve niyaz et. O'na doğrul. Ümid edebileceğini yalnız O'ndan iste." diyordu.
İçi huzur doldu. "Allah-u Ekber" nidasıyla rüku yaptılar. İmamın "Semi Allhulimen hamideh" sözleri ile doğruldular. Allah hamd edenleri sever, diyordu, imam. "Rabbena velekel hamd." -Rabbimiz, hamd yalnızca sanadır.- diye cevapladılar. "Allah-u Ekber" nidasıyla yere kapandılar. "Sadak Allah-ul ala" derken; Bilinmez neden, ismini hatırlamadığı şairin mısraları geldi, aklına.
"Madem ki, kader de var gitmek.,
Madem ki gidiyor her gelen.
Kapanmalı secdeye,
Kalkmamalı secdeden.
Gitmeli, böyle giden."
Ölümün, anlamı değişmişti. Yaşarken ölmenin; ölüyken yaşamanın sırrı, bu kadar kolay ve açıktayken................................
Ali Yüzbaşı, Kıbrıs'ta kendisine gösterilen, -ama göremediği- mührü, Amasya'da bulmuştu.
GARİP HAFIZIN HAYATI
1903 yılında Erzurum'da Cedit Mahallesinde doğmuştur. Mısırlı oğulları olarak bilinen aileye mensuptur. Babası Bezzaz Mustafa Efendi, Dedesi Süvari Albay Hacı Mehmet Efendidir. Baba tarafından soyu İsmail Fakirullah'a ve Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya dayanır. Soy kütüğü ve aile mühürleri Rus savaşı sırasında kaybolmuştur.
Annesi Rufai Şeyhi Hacı Mahir Efendi'nin kızıdır.
Mustafa Niyazi Efendi'den ders alarak, çok küçük yaşta hafız olmuştur. Hacı Ahmet Efendi'den hat sanatını öğrenmiştir. Hacı Hafız Bedreddin Efendi'den (mezarı Elazığ'dadır) ilm-i vücuh (Kur'an okuma metodları) öğrenmiştir.
11-12 yaşlarında iken babası, 6 ay sonra da annesi vefat etmiştir.
13-14 yaşlarında iken Sivas'a gelmiştir. Medresede Kazancızade Emin Edip Efendi'nin talebesi olmuştur. Ayni zamanda Dar-ül Muallimin Mektebi'nde (Öğretmen okulunda) Arapça Hocası görevini yürütmüştür. Bir yıl sonra -o zamanlar Sivas'a bağlı olan- Gümüş Nahiyesinin Encümen Azası olan Sofu Şükrü Efendi'nin ısrar ve tavsiyesi ile Gümüş'teki Yörgüç Rüstem Paşa Camii'ne Hoca olarak gönderilmiştir. Aynı zamanda Gümüşteki Haliliye Medresesine devan etmiştir. (1918-1919) Askerlik görevine Merzifon'da başlayıp, Vezirköprü askerlik şubesinde tamamlamıştır.
1960-1967 arasında Merzifon'a göçmüştür. 1976 yılında Ankara'da vefat etmiştir. Gümüşte külliyede defnedilmiştir. Çok okuyan, bilimin her sahasında söz sahibi olan bir gönül adamıdır. (Mürşid derecesinde) İbadetini tamamen gizli yapmıştır. On yedi yıl yanında bulunan manevi oğlu, kendisini sadece 2 kez abdest alırken gördüğünü ifade etmektedir. Kendisine sorulmak istenen soruları önceden bilmesi ve cevaplaması meşhurdur.
Tüm hayatı boyunca, insanlara sevgi-hoşgörü, devlete saygı prensipleri ile davranmıştır. Kendisini ziyarete gelenlerle dahi tartışmamıştır. Üst düzey bürokrat ve askerlerden sayısız dostu olmuştur. Hayatı kerametlerle dolu olup; Şahitleri hayattadır.
Kaynak:Kenan Erzurumlu